Our social:

17 Mayıs 2015 Pazar

Doğal kaynakların Küresel Etkileri konu Anlatımı

ÇEVRE SORUNLARININ SINIFLANDIRILMASI
Çevre sorunlarının ortaya çıkmasındaki başlıca etken insan faaliyetleridir. Hızla artan Dünya nüfusu, plansız sanayileşme sağlıksız kentleşme, nükleer denemeler, bölgesel savaşlar, verimi arttırmak amacıyla kullanılan tarım ilaçları, yapay gübreler ve artan kimyasal madde kullanımı çevre kirliliğine neden olarak çevresel sorunların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bunun doğal sonucu olarak kirlenen hava, su ve toprak canlıların yaşamını olumsuz etkileyecek boyutlara ulaşmıştır.
Genel olarak çevre sorunları, insanların yaşadıkları hayat ortamının doğal yapısını tahrip etmektedir. Bu tahribat nüfusun fazla olduğu alanlarda daha hızlı gerçekleşirken, nüfusun az olduğu alanlarda daha yavaştır.
Çevre Sorunlarına Neden Olan Olaylar;
Hızlı Nüfus Artışı
Savaşlar
Atmosferik Olaylar
Doğal Afetler
Atıklar
Sanayileşme
Nükleer Denemeler
Şehirleşme


KÜRESEL ÇEVRE SORUNLARI
Küreselleşme neticesinde çevre sorunları bölgesel problem olmaktan çıkıp uluslar arası çapta ortak problemlere dönüşmüştür.
Dünyayı ve insanlığın geleceğini tehdit eden en önemli çevre sorunları arasında;
Asit yağmurları
Ozon tabakasının delinmesi
Küresel ısınma
Orman tahribi
Erozyon
Hızlı nüfus artışı
Çevre kirliliği  gibi sorunlar gelmektedir. Bu sorunların ortaya çıkışında en önemli faktör insan faaliyetleridir. İnsan faaliyetleri sonucunda ortaya çıkan çevre sorunları, doğaya bırakılan atıkların, çevrenin kendini yenileyebilme kapasitesini aşmaktan kaynaklanmaktadır.
Dünya üzerinde varlığını sürdürebilmeyi amaçlayan insanlığın yapması gereken, çevrenin sürdürülebilirliğini sağlamak ve var olan sorunların çözüme kavuşturulması için uluslar arası diyaloğun oluşturulabilmesi yolunda adımlar atmaktır.


A-     KÜRESEL ISINMA VE İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ

Küresel Isınmanın Nedenleri
Dünya, enerjisinin büyük bir bölümünü fosil yakıtları yakarak sağlamaktadır .Sadece petrol değil, kömür ve doğal gaz da dahil. Bu yanma sonucunda karbondioksit açığa çıkmaktadır. Karbon, yüz milyonlarca yıldır yeryüzündeki fosil yakıtlarda depolanmıştır. Özellikle son yüzyılda, büyük miktarlarda fosil yakıt yakılması sonucu, açığa çıkan karbondioksitte de artış olmuştur. Bütün karbondioksit atmosferde kalmaz; bir kısmı okyanus ve göl sularında çözünür ve bir kısmı da, kalsiyum ve magnuzyum karbonat  formunda kayaya dönüşür. Fakat ölçümler, atmosferdeki karbondioksit miktarının her yıl yavaşça arttığını göstermektedir.
Atmosferdeki karbondioksit miktarının artışı, önemli bir problemi de beraberinde getirmektedir. Karbondioksitin görünür ışığa karşı geçirgenliği vardır, fakat kızıl-ötesi ışığı emer. Dünyanın güneşten aldığı enerji, çoğunlukla görünür ışık formundadır. Atmosferdeki karbondioksit, görünür ışığa karşı geçirgen olduğu için, enerji direkt olarak yeryüzüne ulaşır. Fakat yeryüzünden yansıyan ışık genelde kızıl-ötesi formundadır ve atmosferdeki karbondioksit tarafından emilir. Karbondioksit molekülü bu enerjiyi tutmaz ve bütün yönlere olmak üzere tekrar yayar ve böylece, bir kısmını yeryüzüne geri göndermiş olur. Karbondioksitin etkisi, güneşten gelen enerjinin yeryüzüne ulaşmasını engellemek şeklinde değil, fakat bu enerjinin bir kısmının uzaya geri gitmesini önlemek şeklindedir. Bu sürece, sera etkisi denmektedir.





Küresel Isınma ve Türkiye
Türkiye’nin küresel ısınmaya sebep olan karbondioksit ( CO2 ) emisyonu üretme bakımından kişi başına düşen sorumluluğu diğer OECD (The organization for Economic Cooperation and Development) ve Avrupa  Birliği ülkelerine göre daha azdır.
Türkiye’nin iklim değişikliği ile ilgili seçilmiş göstergelerine bakıldığında;
2001yılında yapılan bir araştırmaya göre;
TURKIYE;
Dunya nüfusunda %1.10, ekonomisinde %0.68, enerji tüketiminde %0.86 paya sahip bulunmaktadır. Türkiye’de de kişi başına enerji tüketimi diğer gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında düşüktür ve buna bağlı olarak Türkiye’nin kişi başına yılda 0.8 ton olan karbon eşdeğeri karbondioksit emisyonu düzeyi dünya ve OECD ortalamalarının altındadır. Dolayısıyla, kişi başına az üretebiliyor ve az enerji tüketiyor konumdadır. Türkiye kalabalık nüfusuna rağmen ekonomisinin küçük olması nedeni ile, karbondioksit emisyonları açısından, hem toplam, hem de kişi başına yıllık değerlerleriyle, OECD ülkeleri arasında arka sıralarda yer almaktadır Türkiye'nin kişi başına Elektrik tüketimi de aynı şekilde, OECD ülkeleri arasında sonuncu gelmektedir.
Türkiye, 1999 yılına ilişkin temel CO2 göstergeleri açısından, dünya ülkeleri arasında, toplam CO2 salınımında 23., kişi başına CO2 salımı açısından 72., CO2 salınımının gayri safi yurt içi hasılaya (GSYİH) oranında 54. ve CO2 salımının satın alma gücü paritesine göre hesaplanmış GSYİH’ye oranında ise 46. sırada yer almaktadır.
Türkiye, 1999 yılına ilişkin temel CO2 göstergeleri açısından, dünya ülkeleri arasında, toplam CO2 salınımında 23., kişi başına CO2 salımı açısından 72., CO2 salınımının gayri safi yurt içi hasılaya (GSYİH) oranında 54. ve CO2 salımının satın alma gücü paritesine göre hesaplanmış GSYİH’ye oranında ise 46. sırada yer almaktadır.





Küresel Isınmanın Sonuçları

Gezegenimizin ortalama küresel sıcaklığı 1800’den bu yana 0,4 ilâ 0,8 oC artış göstermiştir. Şayet minimum ve maksimum Sıcaklık değişim derecelerini daha yakından (günlük, aylık ve yıllık olarak) incelersek, gezegenimizin küresel ısınmasının, maksimum sıcaklıklardaki değişimlere değil, iki kat hızlı artmış olan minimum sıcaklıklardaki yükselişe bağlı olduğu görülebilir.
Buzullarla alakalı olarak küresel ısınmanın sonuçları ;
Kutup buzullarına ilişkin olarak, en azından güvenilir verilerin elde edilebildiği 1970’ten bu yana, küresel sıcaklık artışı ile buzların erimesi arasında kesin bir ilişki görülememektedir.Ancak küresel ısınmanın, buzulların erimesinde önemli bir faktör olduğu düşünülmektedir.
Orta enlemdeki buzullar göz önüne alınacak olursa, bunlar, Hacim ve alan olarak küçülme eğilimindedir. Özellikle kuzey yarımkürede, yüksek dağlardaki buzullarda ve orta/alçak enlemlerdeki sıradağların buzullarında bu durum çok açıktır. Mevcut hızla giderse, yüksek dağlardaki buzullar bu yüzyıl sona ermeden yok olabilir.


Yağış, kuraklık ve olağanüstü meteorolojik olaylar açısından küresel ısınmanın sonuçları ;

Yıllık toplam yağış miktarına bakıldığında, şiddetli yağışların özellikle kuzey yarımkürede ve orta/alçak enlem bölgelerinde arttığı açıktır.
Ne var ki, güney yarımkürede önemli bir değişim kaydedilmemiştir. Kuraklıktaki artış özellikle 1970’ten beri ciddi şekilde kötüleşmiş olan Sahra’nın güneyindeki Sahel bölgesinde, Güney Afrika ve Doğu Asya’da aşikârdır. Kuraklıkların sıklığındaki artış, Güney Avrupa ülkeleri (İspanya, Güney İtalya, Yunanistan, Türkiye) ve ABD’nin güney kısımları gibi bölgelerde de yaşanmaktadır.
Aşırı yağışı (şiddetli seller), aşırı uçtaki sıcaklıkları (hem sıcak, hem soğuk) ve fırtınaları (hortumlar, kasırgalar vb.) birbirinden ayırt etmek gerekir. Bugüne kadarki aşırı yağışlarla ilgili olarak, IPCC çalışmaları yıllık toplam yağış miktarının arttığı bölgelerde şiddetli sellerin de artmış olduğunu göstermiştir. Bu bölgelerde genellikle yağış daha şiddetli ve daha kısa süreli olma eğilimindedir. DoğuAsya bölgelerinde yıllık toplam yağış miktarı azalıyor olmasına rağmen, aşırı yağışlar ve seller yükseliştedir.
Aşırı uçtaki sıcaklıklar göz önüne alındığında, mevcut veriler en düşük sıcaklıkların sıklığında bir düşme olduğunu gösteriyor.
Fırtınalar ayrı olarak ele alınmalıdır. Küresel olarak, tropikal hortumların (ve akraba fırtınaların: boralar, tayfunlar, kasırgalar vb.) sıklığında veya tropik bölgelerin dışında gerçekleşen hortumların sıklığında bir artış olduğu kesin değildir. Fakat bunların sebep olduğu hasarların artmış olduğu gözlenmektedir. Bu durumda, fırtınaların sıklığı değişmemiş olsa bile, yoğunluk ve tahribatlarının artmakta olduğu görülmektedir.
Çok değişken bir olgu olan yağış rejimi değişikliklerinin değerlendirilmesi, on yılların veya grup halinde birkaç onyılın ele alındığı zamana bağlı ortalamalar ve mekâna bağlı ortalamalar göz önünde bulundurularak yapılmalıdır. 20 yıllık dönemler dikkate alındığında, 2060-2080 periyodunda küresel yağış ortalaması %2,4’lük bir artış göstererek büyüme eğiliminde olacaktır. Aynı dönemde atmosferdeki karbondioksit yoğunluğu iki katına çıkacaktır.
Bu artış orta ve yüksek enlemlerde daha fazla, düşük enlemlerde daha az olacaktır (hatta buralarda azalışlar bile görülebilir). Olağanüstü yağış şiddeti, küresel yağış ortalamasının artışı ile birlikte, daha da artacak ve olağanüstü olayların olasılığı da artış eğiliminde olacaktır.

Deniz Seviyesi Yükselmesinde küresel ısınmanın rolü ;

Geleceğe ilişkin projeksiyonlar, küresel deniz seviyesinin 2090 yılında minimum yaklaşık 20 cm, maksimum yaklaşık 50 cm yükseleceğine işaret ediyor. Aslında eğer küresel sıcaklık ortalaması 2oC’den fazla artarsa, 2100 yılından itibaren maksimum yükselme 75 cm’ye ulaşabilir.Okyanusların ısıl genişlemesi, orta ve alçak enlemlerdeki buzulların erimesi ve kutuplardaki buz tabakalarının erimesi dahil olmak üzere birçok faktör deniz seviyesinin yükselmesine katkıda bulunuyor.
Deniz seviyesindeki yükselmenin başlıca nedeni okyanusların ısıl genleşmesidir. Deniz seviyesindeki yükselme yerkürenin değişik bölgelerinde farklılıklar gösterir. Akdeniz’de bu artışın, 2090 yılı itibariyle 20-30 cm arasında olacağı öngörülüyor. Bununla birlikte, bu yüzyıl sona ermeden bir metre yüksekliğindeki bir Sel, bütün metro ağı ve üç ana havaalanı dahil olmak üzere New York’un büyük bir bölümünü sular altında bırakabilir. OECD hasarın 970 milyar dolar olabileceğini hesaplıyor. Bangladeş, Çin, Mısır ve Nijerya’nın yoğun nüfusa sahip nehir deltalarının tümü deniz seviyesinin altındadır ve sel riskiyle karşı karşıyadır. zarar ölçülemeyecek boyutlarda olabilir.





Tarım açısından küresel ısınmanın sonuçları ;
Atmosferde karbondioksitin artması kuzey ve orta Avrupa’da tarımsal üretkenliğin artmasına sebep olacaktır. Diğer taraftan güney Avrupa’da, suyun ulaşılabilirliğindeki azalış ve sıcaklık artışı tam tersi bir etki yaratacak gibi görünüyor. Bütün olarak ele alındığında, Avrupa’da toplam tarımsal üretkenlik kayda değer bir değişim yaşamayacaktır, ama farklı bir dağılım gözlenecektir. Aslında bunun kuzeydeki etkisi Pozitif olabilir ve Güney Avrupa’daki bütün Negatif etkileri dengeleyebilir.


Canlı Türleri Açısından Küresel Isınmanın Sonuçları

Özellikle Güney Avrupa ve Akdeniz bölgesinde sel riski kadar, Su kaynaklarında kıtlık riski de artacaktır. İklim değişiklikleri Kuzey ve Güney Avrupa arasındaki farkları daha da öne çıkaracak, kuzeyde çok fazla su birikirken güneyde yeterince olmayacak.
Toprak kalitesi bütün Avrupa’da bozulmaya başlayacak. Kuzeyde bozulma büyük ölçüde yüksek yağış miktarı ve artan sel riskiyle oluşan Toprak kaymalarına bağlı olacaktır. Güneyde ise bozulmaya, düşük yağış ve artan kuraklık riskine bağlı toprak kayması ve besin kaybı yol açacaktır.
Ortalama sıcaklığın yükselmesi ve atmosferdeki karbondioksit yoğunluğunun artması, doğal ekosistemlerin dengesini değiştirebilir, hatta gördüğümüz tüm manzarada değişikliklere yol açabilir. Muhtemelen, orta enlemlerdeki kozalaklı Ağaç ormanları ve tipik kuzey ormanları şu anda yüksek Avrupa enlemlerinde bulunan tundraların yerine geçerken, Akdeniz ekosistemi ve Bitki örtüsü de Orta Avrupa’da görülmeye başlayacak. Akdeniz bölgesinde, orman yangınlarında artma eğilimi gözlenirken, bugünkü ekosistemin ve Canlı çeşitliliğinin bütünüyle kaybedilme riski de belirecek. Bu değişimlerin sonuçları, aynı zamanda faunayı özellikle de göçmen faunayı etkileyecek.

B-      ASİT YAĞMURLARI

Asit yağmurları, fosil yakıtların yakılmasıyla oluşan yağışlardır. Özellikle endüstriyel faaliyetlerin ve enerji tüketiminin fazla olduğu yerlerde yakılan, kömür ve petrol gibi fosil yakıtlardan, azot ve kükürt gazları açığa çıkmaktadır. Oluşan bu gazlar bulutlardaki su buharıyla tepkimeye girerek sülfürik ve nitrik asitleri ortaya çıkarmakta oluşan bu asitler ise kar, yağmur, çiğ ve sis gibi doğal olaylar sonucunda yeryüzüne ulaşmaktadır. Normal koşullar altında oluşan yağmurların pH değeri 5.6’dır. Bunun altında bir değere sahip olan yağış asit yağmuru olarak adlandırılır.
Asit yağmurları, özellikle sanayi devriminden sonra kükürt ve azot gazlarının atmosferde hızla birikmesiyle etkisini hissettirmeye başlamıştır. İlk olarak ise 1852 yılında sanayinin beşiği olan ingiltere’de Robert Angus Smith adındaki bilim adamı asit yağmurları ile hava kirliliği arasındaki ilişkiyi fark etmiş ve sanayinin bu yağışları tetiklediğini ortaya koymuştur. Bu yağışlar sadece oluştuğu bölgeyi etkilememektedir. Öyleki Çin, Doğu Avrupa, Rusya gibi bölgelerde fosil yakıtların aşırı şekilde kullanılması atmosfer hareketleri sonucunda bir çok ülkeyi etkilemektedir. Bu nedenle 1997 yılında 160 ülkenin katılımıyla Kyoto Protokolü imzalanmıştır ve bu protokola göre her ülke azot ve karbon salınımını 1990 yılındaki düzeylere düşürmek zorundadır. Ancak Çin Halk Cumhuriyeti bu protokola sıcak bakmamaktadır. Çünkü sanayi Çin ekonomisi açısından çok önemlidir. Çin’den yayılan azot ve kükürt gazları atmosfer hareketleri sonucunda Japonya’ya asit yağmurları olarak düşmektedir ve Japonya tarımı bu yağışlardan zarar görmektedir. Bundan dolayı Japonya her yıl ücretsiz olarak Çin’e fabrikalar için baca filtresi vermektedir.
Bu yağışlar, fabrika, motorlu araçlar, termik santraller gibi insan faaliyetleri sonucunda oluştuğu gibi yanardağ faaliyetleri gibi doğal olaylar sonucunda da meydana gelir.
Asit Yağmurlarının Etkileri
Asit yağmurları, tüm çevreye zarar vermektedir ancak bundan en çok etkilenen ormanlar ve tarım alanlarıdır. Bu yağışlar toprağın yapısındaki magnezyum ve kalsiyum gibi bitki gelişiminde önemli olan elementleri yıkayarak derinlere taşınmasına sebep olur. Bunun sonucunda ağaçlar ve diğer bitkiler topraktan yeteri kadar faydalanamaz ve kurur.
Asit Yağmurlarının Etkileri Genel Olarak Şunlardır;
o    Göllere ve akarsulara düşen asit yağmurları, sudaki asit dengesini bozar ve balıkları etkiler. Balıkların bu durumdan etkilenmesi besin zinciri yoluyla bizleri de etkilemektedir.
o    Havada bulunan sülfat solunum yoluyla alınmakta ve bronşit, astım, kanser gibi çeşitli hastalıklara neden olmaktadır.
o    Topraktaki alüminyumun çözülmesine neden olur ve ağaç köklerinin besinlerden faydalanmasını engeller.
o    Mermer, kumtaşı veya kireçten yapılan ve içerisinde kalsiyum karbonat bulunduran tarihi eserlere zarar vermektedir.
Asit Yağmurlarının Etkisini En Aza İndirmek İçin Alınabilecek önlemler;
o    Enerji üretiminde kullanılan termik santrallerin yerine, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı yaygınlaştırılmalıdır. (Güneş Enerjisi, Jeotermal Enerji, Rüzgar Enerjisi vs.)
o    Orman yangınları engellenmeli, yeşil alanlar yaygınlaştırılmadır.
o    Şehir içi ulaşımlarda özel araçların yerine toplu taşıma araçları kullanılmalıdır.
o    Havayı olduğundan fazla kirleten kaçak kömür kullanımının önüne geçilmelidir.
o    Endüstriyel tesislerinin bacalarına filtre takılmalıdır.
o    Araçların bakımı zamanında yapılmalıdır.

C-      OZON SEYRELMESİ

Atmosferin stratosfer tabakası içinde yeryüzünden yaklaşık 20 km ile 50 km arasındaki yükseklikte kalan bölümde ozon gazı bulunur. Bu bölüme, ozon gazının yoğun olarak bulunması nedeniyle ozon tabakası de­nir. Bu tabakanın en önemli işlevi, Güneş' ten gelen mor ötesi ışınların, canlılar için zararlı olan büyük bir kısmını absorbe ederek yeryüzüne ulaşmasını engel­lemesidir.
Son yıllarda yapılan araştırmalarda ozon tabakasının inceldiği tesbit edilmiştir. Bunda en büyük etkenin sa­nayide kullanılan kloroflorkarbon gazlarının atmosfer­deki oranının artmasıdır. Bu gazlar, ozon gazının bile­şimini bozmakta ve zamanla tabakanın işlevini azalt­maktadır. Yine yapılan araştırmalarda ozon tabakası-nındaki moleküllerin % 1 oranında azalması, mor öte­si ışınların yeryüzüne ulaşmasını % 2 oranında artır­maktadır. Böyle bir durumun artarak devam etmesi so­nucunda cilt kanseri ve çeşitli göz hastalıkları artacak­tır. Ayrıca bu ışınların etkilerine fazla dayanamayan ta­rım ürünlerinde verim düşüşü olacaktır. Yine sularda bulunan ve balıkların besin kaynağı olan planktonların azalmasıyla su ürünleri üretiminde düşüşler görüle­cektir.
Sonuç olarak, ozon tabakasının doğal yapısının bozul­masıyla, yeryüzündeki ekolojik denge büyük oranda etkilenecektir.

Atmosferde bulunan ozon tabakası çeşitli etkiler sonucu incelmektedir bu incelme delinme olarak adlandırılıyor.Ozon tabakasındaki incelmenin sebebi kloroflorokarbonlar (CFC) dır.
Ozon deliği gerçek bir delik değildir. Ozon tabakasındaki bir incelmedir. Bu ozon tabakası gittikçe inceliyor anlamındadır. Bunun sebebi bizlerin havaya saldığı kimyasallardır. Bu kimyasallar günlük yaşamımızda kullanırlar ve ozon tabakasına zarar verirler. 

Ozon Tabakasına Zarar Veren Kimyasallar

Kloroflorokarbonlar (CFC’ler), genel olarak klima sistemlerinde, buzdolaplarında köpük üretiminde (örneğin yataklar için) kullanılır.
Halonlar, yangın söndürme cihazlarında kullanılır. 
Metil bromid, tarımda böcek ilacı olarak kullanılır.

Ozon Tabakası Neden Delinir

Modern cihazlar ozon tabakasındaki incelmeyi belirleyebilmektedir. Ölçümler Güney Kutbundaki (Antartika) incelmenin Kuzey Kutbuna göre daha büyük olduğunu göstermiştir. Ozon tabakasındaki bu incelme bir şey yapılmazsa daha da büyüyecektir. Ozon tabakasında incelme küresel bir problemdir. Ozon tabakasındaki incelme problemine herkesin duyarlı olması ve zararlı kimyasalları artık daha fazla kullanmamasıyla ozon tabakasının iyileştirilmesi mümkün olabilecektir. Ozon Tabakasındaki İncelmenin Sonuçları Ozon deliğinin ana sonucu yeryüzüne daha fazla UV ışınının (özellikle çok tehlikeli olan UV-B) ulaşmasıdır. UV ışınları güneş yanıklarına, deri kanserine sebep olabilir, gözlere zarar verebilir (katarakt) ve insanlarda bağışıklık sisteminin zayıflamasına neden olabilir. Bilindiği gibi bağışıklık sistemi hastalıklara karşı koymamızı sağlayan bir sistemdir. Bu sistem zayıfladığı zaman hastalıklarla savaşma yeteneğimiz de zayıflamış olacaktır. UV ışınları sadece sağlığımızı etkilemekle kalmaz çevre üzerine de olumsuz etki yapabilir. Tarımsal üretimi azaltabilir, ayrıca deniz besin zincirini bozarak balık nüfusunu etkiler.

Ozon Tabakası Neden Delinir

Ozon molekülleri atmosferde bulundukları yere göre farklı karakteristik özellikler gösterirler. Stratosfer tabakasındaki ozon canlılar için yararlı olup, buna karşılık dünya yüzeyine yakın atmosfer tabakasında (troposferde) bulunan %10 oranındaki ozonun yıkıcı etkisi bulunmaktadır. rnrnAtmosferdeki diğer moleküllerle reaksiyona giren ozonun, bitki ve hayvanların canlı dokularına çeşitli zararları bulunmaktadır. Atmosferdeki ozonun yaklaşık %90'ı yeryüzünden itibaren 10-40 km. arası yükseklikte ve stratosfer tabakasında bulunur. Bu bölgedeki ozonun özelliği; tüm canlı varlıkları, doğal kaynakları ve tarımsal ürünleri olumsuz yönde etkileyen ultraviole (UV) ışınlarını absorbe etmesidir. Ozon yoğunluğunun ultraviole ışınlarını tutma görevini yapamayacak kadar azalması, "ozon tabakasının delinmesi" olarak adlandırılmaktadır. Ozon tabakasının incelmesi sonucunda; UV-b radyasyonu artmakta ve insanların bağışıklık sistemleri zarar görmekte, görme bozukluğuna ve deri kanserine yol açmaktadır. rnrnOzon tabakasının incelmesine sebep olan ve kloroflorokarbon ihtiva eden maddelerin başında klor türevleri, plastik köpükler (strafor), spreyler, aerasoller ve yangın söndürücüler gelmektedir.


TEKNOLOJİK GELİŞMELERİN ORTAYA ÇIKARDIĞI ÇEVRE SO­RUNLARI NELERDİR?

Dünya nüfusunun her geçen yıl artması, insanları bes­lenme, giyinme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını gi­dermek için değişik yollar aramaya zorlamıştır. Mevcut Dünya topraklarından daha çok verim elde etmek ve zamanda tasarruf etmek zorunlu hâle gelmiştir.
Sanayi Devrimi'nin gerçekleştirilmesiyle başlayan ma­kineleşme süreci, gelişen teknolojiyle birlikte birçok alanda yaygınlaşmıştır. Sanayileşmenin ürünü olan makineler, insanların doğal çevreyi değiştirme süreci­ni hızlandırmıştır. Bu süreç içinde doğal dengenin bo­zulması çevre sorunlarını da beraberinde getirmiştir.
  A. SU KİRLENMESİ
 İnsanlar tarafından kaynaklanan etkiler sonucunda is­tenmeyen zararlı maddelerin suyun niteliğinin bozul­masını sağlayacak oranda ve miktarda suya karışma­sıyla su kirliliği oluşur.
Su kirliliğinin başlıca kaynakları; konutlar ve sanayi ku­ruluşlarından çevreye verilen kirli sular, gübreleme ve ilaçlama faaliyetleri sırasında tarım alanlarından yer al­tı sularına karışan kimyasal maddeler ve nükleer san­trallerden çıkan sıcak sulardır.
Su kirliliği, insanlar ve özellikle sularda yaşayan canlı­lar için potansiyel bir tehlikedir. Sanayi kuruluşları ve termik santrallerde soğutucu olarak kullanılan sular, bu işlevi gördükten sonra çevreye yüksek sıcaklıkta sular olarak salınmaktadır. Bu durum, sularda yaşayan canlıların ölmesine yol açmaktadır.
Ayrıca sulara karışık kurşun ve amonyak gibi maddel­er çeşitli hastalıklara neden olur. Bu maddeler beyin böbrek, karaciğer, mide, bağırsak ve kemik iliği gibi organlarda tahribata yol açar. Buna bağlı olarak bulan­tı, kusma, mide ağrıları gibi rahatsızlıklara neden olur.
Yine bol miktarda fosfor içeren deterjanlı sular ile güb­re çözeltilerindeki azot ve fosfor gibi maddeler akarsulara, göllere karıştığında yosun türü bitkilerin aşırıüre­mesine neden olmaktadır. Aşırı gelişme gösteren bu tür bitkiler, sulardaki oksijeni fazla tükettiğinden balık­ların ölümüne neden olur. Bunun yanında denizlere, göllere ve akarsulara atılan çöpler de balıkçılık ve tu­rizm gibi faaliyetleri olumsuz etkiler.
  B.TOPRAK KİRLENMESİ
 insanlar tarafından toprağın içine ya da üzerine bırakı­lan ya da başka şekillerde toprağa karışan zararlı maddelerin toprağın niteliğini bozmasına toprak kirli­liği denir. Toprak kirliliğine yol açan başlıca faktörler; sulardan toprağa karışan maddeler, hava yoluyla gelen madde­ler, tarım alanlarında kullanılan ilaç ve gübrelerden kaynaklanan kimyasal maddeler ile kentsel katı ve sıvı atıklardır.
Fabrika bacalarından havaya karışan çeşitli gazlar, asit yağışları hâlinde yeryüzüne düştüğünde toprağa karı­şarak verimini düşürür. Yine tarımsal ilaçların ve kim­yasal gübrelerin çözeltileriyle sanayi tesisleri ve kent­sel atıkların karıştığı sular, toprağa temas ettiğinde kir­liliğe neden olur. Toprağa çeşitli yollarla karışan ağır metaller (kurşun, çinko, cıva vb.), bitkiler yoluyla bitki­leri tüketen insan ve hayvanlara geçebilmektedir. Bu durum, çeşitli hastalıklara neden olmaktadır.
  C. HAVA KİRLENMESİ
 Atmosferde toz, duman, gaz, koku ve su buharı şek­linde bulunabilen maddelerin, insan ve diğer canlılara zarar verebilecek miktarda yükselmesine hava kirlili­ği denir. Hava kirliliğini oluşturan unsurlar içinde zarar derece­si en yüksek olan karbon monoksit gazıdır. Bu neden­le, bu gazın havadaki miktarı çoğunlukla hava kirliliği için bir ölçü kabul edilmektedir. Karbon monoksit gazı atmosfere karıştığında, su buharı ile birleşerek asit hâline dönüşmektedir. Solunumla doğrudan alındığın­da, solunum organlarındaki nem ile birleşerek yine asit hâline dönüşebilmekte ve çeşitli hastalıklara yol açmaktadır. Ayrıca bitkilerde bazı enzimlerin bileşimini ve madde alışverişi süreçlerini bozar. Böylece yaprak­larının sararmasına ve bitkinin tamamen ölmesine ne­den olur. Günümüzde Avrupa Kıtası gibi sanayileşmiş bölgelerdeki ormanlarda görülen bitki ölümlerinin te­melinde bu olay yatmaktadır.
Günümüzde sanayi faaliyetlerinin, nüfus ve trafik yoğunluğunun şehirlere göre farklılık göstermesi, hava kirliliğinin de şehirlere göre değişik şekillerde görülmesini sağlamıştır. Örneğin, sanayi tesisleri ile binaların ısıtılmasında kullanılan fosil yakıtların yanması sonucu çıkan gazların oluşturduğu dumanın sisle karışmasıyla oluşan hava kirliliği örneği Londra'da ortaya çıkmış ve bu nedenle bu tür hava kirliliğine Londra tipi kirlilik denilmiştir. Bu tür hava kirliliği görüldüğü şehirlerde; cilt ve gözlerde tahrişe, bronşit ve amfizem gibi solunum yolu hastalıklarına neden olur. Asit yağmurları sonucu zamanla toprağın verimsizleşmesine yol açar. Araçların egzozlarından çıkan gazların güneşışın­larının etkisiyle karbondioksite dönüşmesi şeklinde hava kirliliği ise okyanustan nemin de etkisiyle ilk kez Los Angeles şehrinde ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Los Angeles tipi kirlilik olarak adlandırılan bu hava kirliliği de yine çeşitli cilt, göz, solunum yolu, kalp ve damar hastalıklarına neden olmaktadır.
  D. NÜKLEER (RADYOAKTİF) KİRLİLİK
 Uranyum ve toryum gibi elektron yayan maddelerin doğal denge hâlindeki diğer maddelerin atom yapıla­rını bozmasına nükleer (radyoaktif) kirlilik denir. Bu kirlilik radyoaktif maddelerin hava, su ve toprağa karışmasıyla gerçekleşir. Nükleer kirlenmenin başlıca kay­nakları; nükleer enerji santrallerinden gelen radyoaktif atıklar, nükleer denemeler ve nükleer silah üreten te­sislerdir. Bu kaynaklardan çevreye yayılan radyoaktir maddelerin etkileri yıllarca sürmektedir. Havaya, suya ve toprağa karışan bu maddeler besin zinciri yoluyla bitkilerden hayvanlara ve insanlara geçmektedir. Böylece canlı sağlığını çok uzun vadede etkilemekte­dir.
  E.  BESİN KİRLENMESİ
 Günümüzde artan çevre kirliliğiyle birlikte gıda mad­delerinin hijyeni önemli bir hâl almıştır. Fabrikalarda gı­da üretimi sırasında hijyen konusuna dikkat edilme­mesi çeşitli hastalıklara neden olmaktadır. Tarım ürün­lerinde biriken tarımsal ilaçlar doğrudan ya da dolaylı olarak besin zinciri yoluyla insanlara geçebilmektedir. Yine balıkların bünyesinde bulunan kirli sulardan kay­naklanan kimyasal maddeler, besin zinciri yoluyla in­sanlara geçebilmektedir.
  F.  GÜRÜLTÜ (SES) KİRLİLİĞİ
 Teknolojinin gelişmesiyle birlikte artan diğer bir çevre sorunu da gürültü kirliliğidir. İnsanları rahatsız eden ve sağlığı etkileyen seslerin bütününe gürültü kirliliği denir. Gürültü kirliliğinin oluşumunda etkili olan başlı­ca faktörler; ulaşım araçları, sanayi kuruluşları, atölye­ler ve çeşitli araçlardır.
Gürültü kirliliği insanlarda fiziksel, fizyolojik ve psikolo­jik rahatsızlıklara neden olmaktadır. Yapılan araştırma­larda gürültünün kılcal damarların daralmasına, kan basıncının artmasına, kulak ve beyin iltihaplanmaları­na, kalp atışı, kan dolaşımı ve solunum rahatsızlıkları­nın oluşmasına neden olduğu görülmüştür. Bu duru­ma bağlı olarak insanlarda iş gücü verimi ve konsan­tre olma yeteneği azalmaktadır.
  G. ELEKTROMANYETİK KİRLİLİK
 Teknolojinin gelişmesiyle birlikte insanların yaşam konforu artmış, kullandığı birçok teknoloji ürünü yaşamın parçası olmuştur. Cep telefonları, bilgisayar, uydu antenleri, televizyonlar, elektrikli cihazlar gibi aletler yaydıklar elektromanyetik enerjiyle kısa ve uzun vadeli riskleri de beraberinde getirmektedir.
Bu tür cihazlarla yakın temas sonucunda insan sağlığında çeşitli sorunlara yol açabilmektedir. Bu etk­ilerin başlıcaları; boğazda kuruluk hissi, gözde ağrıları, baş ağrıları, uykusuzluk, seslere karşı hassasiyet, işitme zorluğu ve yorgunluktur.

SU DÖNGÜSÜNE İNSAN ETKİLE­Rİ
  A. TARIMDA   SU   KULLANIMININ SUNDÖNGÜSÜNE ETKİLERİ

Kurak ve yarı kurak bölgelerde sulama, tarımsal üreti­mi önemli düzeyde artırmaktadır. Bu amaçla büyük bir bölümü yarı kurak iklim özellikleri gösteren bölgelerde sulama amaçlı büyük yatırımlar gerçekleşmiş ve yapıl­maya devam edilmektedir. Sulama projelerinin yeter­sizliği ve yanlış su yönetimi sonucunda su kayıpları artmaktadır. Böylece hem planlanandan daha küçük alanlar sulanmakta ve hem de aşırı su kayıpları, taban suyunu yükselterek drenaj ve çoraklık gibi çözümü güç sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Belirtilen koşullar­da suyun yüksek randımanla iletilmesi, dağıtılması ve toprağa uygulanması ile etkin çalışan drenaj altyapıla­rın kurulması ve işletilmesi, sahip olduğumuz su kay­naklarının verimli kullanımını sağlayan etkenlerdir.
  B. KENTLEŞME VE NÜFUS ARTIŞININ SU DÖNGÜSÜNE ETKİLERİ

Dünya nüfusunun hızlı bir şekilde artması ve nüfusun önemli bölümünün kentlerde yaşaması su kaynakları üzerinde önemli bir etkendir. Dünyada 1940-1980 yıl­ları arasında su kullanımı iki katına çıkmıştır. Nüfusun hızla artması, buna karşılık su kaynaklarının sabit kal­ması sebebiyle su ihtiyacı her geçen gün artmaktadır. Dünya nüfusunun % 40'ını barındıran 80 ülke şimdi­den su sıkıntısı çekmektedir.
Dünyada kentsel nüfusun hızlı bir şekilde artması be­raberinde betonlaşmayı da getirmektedir. Arazinin bi­nalar ve yollar yapılarak betonlaştırılmasıyla yağış su­larının yer altına sızması büyük ölçüde engellenmekte­dir. Bu durum bir yandan sel olaylarının artmasına bir yandan da yer altı su potansiyelinin azalmasına neden olmaktadır.Yine şehirlerde nüfusun fazla olması nedeniyle yer altı suları kullanımı artmaktadır. Bu durum, yer altı su sevi­yesinin düşmesine, özellikle deniz kıyısındaki şehirler­de deniz suyunun yer altı suyuna karışmasın yol aç­maktadır.
  C. SANAYİDE   SU   KULLANIMININ SU DÖNGÜSÜNE ETKİLERİ

Sanayide su kullanımı, tarımda su kullanımına göre daha azdır, ancak oluşturduğu kirlilik daha fazladır. Fabrika atıklarıyla kirlenen su kaynakları, nehirler ve denizler için büyük tehdit oluşturmaktadır. Sanayide su kullanım oranı, endüstrileşmiş ülkelerde, genel su tüketiminin 50 ile 80'i arasında değişmektedir. Kullandığımız pek çok ürünün üretimi sırasında çok miktarda su harcanmaktadır. Örneğin, 1 otomobil üret­mek için 150 ton, 1 ton çelik üretmek için 240 ton ve 1 varil ham petrolü rafine etmek için 7 ton su kullanıl­maktadır.
  D. BARAJ VE KANALLARIN SU  DÖN­GÜSÜNE ETKİLERİ

Çeşitli amaçlarla akarsular üzerine yapılan her baraj, yapısı, konumu ve boyutlarına göre değişen oranda, akarsuların doğal akışlarını ve yapısını değiştirmektedir. Bu durum, suyun kalitesinin bozulması, canlıların ya­şam alanlarının tehlike altına girmesi ve pek çok canlı türünün bu nedenle yok olması gibi birçok sorunlara yol açmaktadır. Yine su kaynakları kısıtlı olan kapalı havzalardaki akar­sularda inşa edilen barajlar, suyu havzanın irtifası yük­sek noktalarında tutarak havzanın aşağı kesimlerine olan su akışını azaltmaktadır. Bu durumda, havzanın orta kesimindeki yer altı sularının aşırı derecede azal­masına ve bazı durumlarda havzalardaki göllerin kuru­masına neden olmaktadır.
  E.  SULAK ALANLARIN KURUTULMASI­NIN SU DÖNGÜSÜNE ETKİLERİ

Sulak alanlar, insanların tarım faaliyetlerinin gerçekleş­tirilmesi bakımından tercih ettikleri ilk yerleşim bölge­leri olmuştur. Nüfus artışı ve teknolojik gelişmelerle bir­likte yeni tarım alanları elde etme amacıyla sazlıklar, bataklıklar, taşkın ovaları ve gölleri kurutulmaya baş­lanmıştır. Yapılan araştırmalar; yeryüzündeki sulak alanların % 50'sinin yok olduğunu, Orta Doğadaki su­lak alanların % 97'sinin insan etkinliklerini destekle­mek amacıyla kurutulduğunu, su talebinin son 25 yıl içinde % 60 arttığını göstermektedir. Yine Akdeniz ül­keleri sulak alanlarının % 70'ini kaybetmiştir.
Sulak alanların kurutulduğu bölgelerde su rejiminde meydana gelen bozulmalar ve iklimsel değişmelerin yanı sıra; bir çok canlı türünün neslinin tehlikeye düş­mesi ya da tamamen yok olması gibi sorunlar ortaya çıkmıştır. Ayrıca, sulak alanlardan aşırı su kullanımı so­nucunda bu sahalardaki suyun kalitesi ve miktarı azal­makta böylece ekosistemler zarar görmektedir. Örne­ğin, Hatay'daki Amik Gölü'nün suyu, 1968 yılında açı­lan dört drenaj kanalı ile Asi Nehri'ne boşaltılarak ku­rutulmuş ve tarım yapılmaya başlanmıştır. Ancak göl­den elde edilen yer, çevreye göre altı metre daha aşa­ğıda kalmış ve drenaj kanallarının en küçük bir yağ­murda dolarak neredeyse eski hâline dönmektedir. Böylece her yıl on binlerce dönümlük ekili alan sular al­tında kalmaktadır. Amik Gölü'nün kurutulması ile birlik­te Hatay'ın iklimini de değiştirmiştir. Bölgede yağışlar düzensizleşmiş ve seller artmıştır.
  F. BİTKİÖRTÜSÜNÜN TAHRİBİNİN SU DÖNGÜSÜNE ETKİLERİ

Bitkilerin özellikle ağaçların su döngüsüne önemli kat­kıları vardır. Ağaçlar dal ve yapraklarıyla yağış sularının bir bölümünü tutar ve buharlaşma yoluyla atmosfere geri gönderir. Ayrıca kökleriyle yağış sularının yüzey­de hızlı bir şekilde akmasını engelleyerek suların yer altına sızmasını kolaylaştırır. Bu durum yer altı sularının beslenmesi ve su döngüsünün sağlanması bakımın­dan son derece önemlidir.
Doğal bitki örtüsünün tahrip edildiği sahalarda yağış suları hızla yüzeysek akışa geçer. Buna bağlı olarak seller oluşur. Toprak örtüsü hızla aşınır ve yok olur. Yer altına sızma azaldığından yer altı su seviyesi düşer.

ATIK TÜRLERİ VE ÇEVREYE ET­KİLERİ
  A. KATI ATIKLAR

Günümüzde şehirleşmenin artmasıyla birlikte özellikle büyük yerleşim birimlerinden insanların karşılaştığı en büyük çevre sorunu çöplerdir. Evsel katı atıkların bir bölümü organik atıklar oluştururken, kalan kısmını ise kâğıt, karton, tekstil, plastik, deri, metal, ağaç, cam ve kül gibi katı atıklar oluşturmaktadır. Katı atıkların türü şehirlerin ekonomik düzeyine göre değişebilmektedir.
Dünya'da katı atıkların yönetiminin üç temel ilkesi var­dır. Bunlar az atık üretilmesi, atıkların geri kazanılması ve atıkların çevreye zarar vermeden yok edilmesidir. Çöplerin toplanması, depolanması veya yok edilmesi­ne kadar tüm hizmetlerin bir plan çerçevesinde ele alınması ve öncelikle bu atıkların değerlendirilmesi ve­ya geri kazanılmasına, çevre ile uyumlu atık yöneti­mi denilmektedir.
Uygun şekilde depolanmamış çöpler yer altı ve yüzey­sel su kirliliğine, haşerelerin üremesine, çevreye kötü kokuların yayılmasına, görüntü kirliliğine ve çeşitli hay­vanlar vasıtasıyla taşıyıcı mikropların yayılmasına ne­den olmaktadır.
Katı atıkların yok olma süresi ve çevreye olan zararları türlerine göre değişebilmektedir. Örneğin; plastik şişe­ler 1000 yıl, alüminyum kutular 10 - 100 yıl, portakal kabuğu 6 ay, piller 100 yıl, kâğıt 2 - 5 ay ve cam şişe 4 bin yılda ayrışarak doğaya geri dönmektedir.
Bu maddeler içinde özellikle atık pillerin çevreye ve in­san sağlığına olan zararı çok büyüktür. Pillerin bileşi­minde bulunan cıva, kadmiyum, kurşun, çinko, lityum ve nikel gibi kimyasal maddeler, pillerin çöplere gelişi­güzel atılması sonucunda toprağa ve yer altı sularına karışmaktadır. Bunun sonucunda toprak zehirlenir ve kullanılama hâle gelir. Sulardaki ekosistemler etkilenir. Örneğin, bir kalem pil yaklaşık 4 m2 toprağı kirletebilmektedir. Atık pillerin neden olduğu başlıca hastalıklar sinir sistemi hastalıkları, kanser, böbrek ve karaciğer hastalıklarıdır.
  B. SIVI ATIKLAR

Sıvı atıkların büyük bölümünün atık sular oluşturmak­tadır. Bu sular; evsel, endüstriyel, tarımsal ve diğer kul­lanımlar sonucunda kirlenmiş sular, maden ocakları ve cevher hazırlama tesislerinden kaynaklanan sular ile şehir bölgelerinden gelen kanalizasyon sularıdır.
Sıvı atıkların sularda oluşturduğu kirlilik ve etkileri fizik­sel, kimyasal ve biyolojik olmak üzere üç grupta görü­lür. Fiziksel etkiler; suyun sıcaklık, tat, koku özellikleri­nin değişmesidir. Kimyasal etkiler; çeşitli ağır metalle­rin (kurşun, cıva vb.), organik ve inorganik maddelerin suda birikmesidir. Biyolojik etkiler ise organik atıkların etkisiyle suda, oksijeni tüketen algler, bakteriler ve küf­lerin oluşmasıdır.
Sulara karışan cıvanın insan ve çevre sağlığına olan etkileri oldukça fazladır. Suya bağlı besin zehirlenme­lerinin önemli bölümü cıvadan kaynaklanan zehirlen­melerdir.
Örneğin, 1951 yılında Japonya'daki Minamata Körfezi yakınlarında kurulan plastik fabrikasının atık sularının körfeze karışmasından bir süre sonra yüzlerce insan ciddi hastalıklara yakalanmıştır. Bu hastalıkların başlıcaları; kısmi felç, şuur kaybı ve körlüktür. Atık sulara karışan cıva tabana çöker ve burada bakteriler tarafın­dan çözülür. Daha sonra sudaki planktonlar cıvayı bünyelerine alır. Planktonlarla beslenen balıklara oradan da bu balıklarla beslenen insanlara geçer.
  C. GAZ ATIKLAR

Gaz atıklar; sanayi tesislerinden, konutlardan, taşıtlar­dan, yangınlardan, çöp depolama alanlarından kaynaklanmaktadır. Gaz atıkların çevre ve insan sağlığı­na etkileri küresel çevre sorunlarında işlenecektir.


GERİ DÖNÜŞÜM
Dünya nüfusun hızlı bir şekilde artması ve teknolojik gelişmeler doğal kaynakların tüketimini hızla artırmak­tadır. Ancak doğal kaynakların sınırsız olmadığı, dik­katlice kullanılmadığı takdirde bir gün bu kaynakların tükeneceği şüphesizdir. Bu nedenle alınacak önlemle­rin başında doğal kaynakların israfını önlemek gel­mektedir. Ancak, artan ihtiyaçlar kaynakların kullanımı sürekli arttığından başka yöntemlere de ihtiyaç vardır. Bunların başında atıkların ekonomiye geri kazandırıl­ması gelmektedir.
Atıkların önemli bir miktarını geri dönüştürülerek ve ye­niden kullanılabilir malzemeler yapılmaktadır. Örneğin; atıklar içindeki cam, metal, plastik ve kağıt, karton gi­bi atıklar çeşitli işlemlerden geçirilerek yeni bir ham madde olarak değerlendirilebilmektedir. Bu atıkların ham madde gibi kullanılarak şişe, kutu, plastik, kağıt, gübre gibi yeni bir maddeye dönüştürülmelerine geri dönüşüm denir. Özellikle demir, çelik, bakır, kurşun, kağıt, plastik, kauçuk, cam gibi ekonomik değeri olan maddelerin geri kazanılması, ülke ekonomileri açısın­dan son derece önemli bir kazançtır.

Atık maddelerin geri dönüşümünün başlıca yararları şunlardır:
ﺇ      Doğal kaynakların tükenmesini önlenir. Örneğin, % 100 geri dönüşümle elde edilen 1 ton kâğıt üretimi 17 ağacın kurtulmasına ve yaklaşık 23,5 m3 suyun tasarruf edilmesini sağlar.
ﺇ      Ülke ihtiyaçlarını karşılayabilmek için ithal edilen hurda malzemeye ödenen döviz miktarı azalır.
ﺇ      Çevredeki atık madde miktarı azalır.
ﺇ      Çevre kirliliği önlenir.
ﺇ      Enerji tasarrufu sağlanır. Örneğin, metal içecek ku­tularının geri dönüşümü işleminde bu metaller di­rekt olarak eritilerek yeni ürün hâline dönüştürül­düğünde bu metallerin üretimi için kullanılan ma­den cevheri ve bu cevherin saflaştırılma işlemleri­ne gerek olmadan üretim gerçekleştirilebilmekte-dir. Bu şekilde bir alüminyum kutunun geri dönü­şümünden % 96 oranında enerji tasarrufu sağlana­bilir.
ﺇ      Ekonomiye katkı sağlar.

Geri dönüşümün en yaygın uygulaması gelişmişülkel­erde görülmektedir. Örneğin, Almanya'da tüketicilerin, ambalajları temiz ve doğru ayrılmış bir şekilde poşetlere koyup belirlenen gün ve saatlerde dışarı çıkarmaları istenmektedir. Bu kurala uymayanlara para cezaları kesilmektedir. Bu uygulama sonucunda evsel atılarda % 14 oranında düşüş sağlanmıştır. Yine italya ve isviçre gibi ülkelerde ambalaj atıklarını azaltmak için ambalaj kutuları birden fazla kullanılacak sağlam­lıkta üretilmektedir. Belçika'da ikinci el eşyalar için bir toplama, yenileme ve depolama merkezi kurulmuştur. Böylece gençlere ve özürlülere yeni bir iş alanı açılmıştır.

0 yorum:

Yorum Gönder